Devlet Hiç Mızıkçılık Ederek Tebasına Küser mi?
Geçtiğimiz günlerde Hollanda parlementosunun akıllara ziyan bir kararına, bundan böyle Türk sivil toplum örgütleriyle konuşmama kararına şahit olduk. Yeryüzünün başka hiç bir ülkesinde örneği bulunmayan bir uygulamaya devletin mızıkçılık ederek “tebâsına küsme” kararına tanık olduk.
Önceden planlandığı şekliyle, Türk STK’larına yönelik meclis araştırmasından sonra, yine Türk STK temsilcileri ve kanât önderlerinin meclis çatısı altında kurulan komisyonlarda, huzuru divanda sorgulanmasın ardından, çadaş devlet ilkeleriyle bağdaşmayan bir sonuç çıkacağını ihtimal dahilinde görmedik, gafil avlandık. Yoksa oturur, demokratik sistemlerin güçlenmesinde; kamu otoritesi kullanmayan ve kâr zarar amacı gütmeyen sivil toplum örgütlerinin demokratik hayatın gelişmesine katkısının küçümsenemeyeceğini anlatırdık. Öte taraftan STK’ların gelişmiş çağdaş toplumların ve demokrasinin vazgeçilmezleri arasında olduğunu tekrar hatırlatırdık. Sivil örgütlenmelerin toplumsal birlikteliğin ve sosyalleşmenin en etkili aracı olduğuna ikna ederdik.
Sivil toplum örgütlenmesinin güçlü olduğu memleketlerde, demokratik yapılanmalarda güçlü olur. Daha açık bir ifadeyle sivil toplum örgütlenmelerini demokrasilerin sosyal sigortaları olarak gördüğümü ifade etmek isterim. Devlet otoritesini kullanan yönetici zümrelerle, tebâ arasında zuhur eden ilişkilerin, STK’lar üzerinden yürütülmesinin, devletle vatandaşı arasında sosyal mutabakatı sağlayan en önemli araç olduğuna inanırım. Çünkü; sivil toplum örgütleri yasaların kendilerine tanıdığı haklar çerçevesinde, iyi niyet esasına göre özgür ve kurumsaldır. Diğer yandan çağdaş yönetim biliminin tarif ettiği temel kavramlardan birisi ve en önemlisi “yönetişim” kavramıdır. Yönetişim bilimi: devletlerin kurum ve kuruluşları ile, sivil toplum arasında ki ilişkilerin önemine vurgu yapmak anlamında ilişkilerin çok yönlü ve sürekli olması gereken bir işbirliği olarak tarif eder ve tanımlar.
Modern devlet geleneğinde, sivil toplum anlayışı şöyle tarif edilir; STK’lar gücünü temsil ettiği üyelerden alarak yönetici zümre ve yönetilen tebâ arasında ki ilişki ve işbirliğine katkı sağlamak amacıyla, bürokrasiye yardımcı olmak ve aynı zamanda yönetimle ilgili kararların alınma aşamasında ve uygulama esnasında denetlemeye katılmak. Hal böyle olunca, Hollanda’nın ben küstüm oynamıyorum şeklinde oyun bozanlık etmesini (zıllımasını) anlamakta gerçekten zorlanıyorum.
Çıkartılan bu “küstüm yasası’nın” sosyal, kültürel ve toplumsal ilişkilerde birlikte yaşama ve birlikte yönetme iradesine sekte vurması gün gibi aşikar. Ancak çok yakın gelecekte, entegrasyon bahanesiyle ibadet özgürlüğü ve sair hakların budanmak istenmesinde olduğu gibi, uyum konusunda bir türlü tatmin edemediğimiz devlet oteritesinin, lutfumla marabalıktan vatandaşlığa terfi ettirdiğim ikinci sınıf yurttaşımsın, benim tayin ve tarif ettiğim şekilde yaşamak mecburiyetindesin, yönetime dahil etmek veya men etmek benim uhdemdedir diyerek, seçme ve seçilme haklarında kısıtlamaya gidilirse süpriz olmasın.
Sonuç olarak, parlementonun “küstüm yasasını” Türk STK’larıyla konuşmama kararını, devlet eliyle ötekileştirme ve ayrımcılık olarak algıladığımı üzülerek beyan ederim. Yine Haber gazetesinde toplumsal kanularda benim kalemimden çıkan “son çağrı, son ihtar”, Hollanda’nın asimilasyon problemi” gibi, sayısını hatırlayamadığım çoklukta yazılar yazarak, duyarlılık gösterip, uyarı görevimi ifa ettiğimede inanırım. Mevcut dernek ve vakıflar geleneksel değerleri yaşatmak ve toplumsal birlikteliği sağlamak amacıyla kurulmuş olsalar dahi, lobicilik anlamında diaspora anlayışıyla dizayn edilmiş, yeni bir örgütlenme modelini zorunlu kıldığını tekrardan hatırlatmak isterim.
Haber Gazetesi Kasım 2016
Metin Yazarel