Gelecek kaygısı ve Hitler Avrupası
Yazıma son gelişmelerden hareketle Avrupa birliğinin geleceğinin kaygı verici bir sürece doğru evrileceği öngörüsünde bulunarak başlamak istiyorum. Birkaç yıl öncesine kadar barış ve refah kıtası olarak tabir edilen Avrupa birliğinde ayrılık rüzgarlarının estiği sancılı bir döneme girildi. İngilterenin ayrılma kararından sonra, diğer başka üye ülkelerin de kazan kaldırarak, ayrışma sürecinin daha çok ivme kazanacağını tahmin ediyorum.
Avrupada bozulan ekonomik istikrar ve artan işsizlik, aşırı sağ ve ırkçı akımların yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığını abartmasına zemin hazırladı. Öte taraftan AB’nin iç güvenliğini tehdit eden Paris, Brüksel ve Nice gibi kentlerde yabancı kökenli terör olayları müslümanlara karşı kin ve nefret duygularını besledi. Söz konusu terör saldırılarıyla belirsizleşen ve gittikçe ağırlaşan olağanüstühal gibi asayiş durumları ise, yabancı düşmanlığının artmasına vesile oldu. Diğer taraftan dramatik bir şekilde yükseliş gösteren ve Dünya genelinde 60 milyon civarında olduğu tahmin edilen mülteci akınları ve göçmen krizi de Avrupanın korkulu rüyası oldu. Yaşanan tüm bu olumsuz gelişmeler gelecek kaygısı olarak algılanırken aşırı sağcı ve popülist politikacılara fırsat verilmesi AB’nin uluslararası arenada prestij kaybı ve saygınlığını yitirmesine sebep oldu.
Bugün dünya genelin de İslam coğrafyası başta olmak üzere, Avrupa kıtasını da etkisi altına alan büyük bir siyasal deprem yaşıyoruz. Demokrasilerin geleceği açısından sıkıntılı bulduğum, demokratik rejimlerin dalga dalga otoriterleşme eğilimi göstermesini endişeyle izliyorum. Ya da başka bir değimle yavaş yavaş Samuel P. Huntington’un “üçüncü dalga” diye tanımladığı demokratikleşme sürecinin dondurulduğu evreye doğru evrildiğimizi düşünmek bile istemiyorum. Gelecek kaygısı bahane edilerek popülist ve nationalist (yerlici) ulusalcılık temeline dayalı propoğanda yapan partilerin oy patalaması yapmasını AB’nin geleceği açısından endişe verici bir durum olarak değerlendiriyorum.
ABD’de Donald J.Trump’ın seçim başarısından sonra, Fransa’da Marine Le Pen, Hollanda’da Geert Wilders’in, Almanya’da Alternatif Parti’nin, Avusturya’da Özgürlük Partisi gibi partilerin yükselişini gelecek açısından tehlikeli ve karanlık buluyorum. Liberal demokrasinin, sosyal adalet, fırsat eşitliği ve insan onuruna saygı gibi ilkelerinin, demokratik hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesinden korkuyorum. Şimdilik işleyen seçme ve seçilme hakkının, birlikte yaşama ve birlikte yönetme konusunda kazanılmış hakların iptal edilmesinden korkuyorum.
Avrupa Birliği’nin oluşmasın da emeği geçen Schubert ve Monnet gibi devlet adamlarının en büyük hayali, Avrupanın savaş çıkaratan bir fitne kıtası olmasına engel olmaktı. Bu manada Avrupa Birliğine üye ülkeler arasında sınırları kaldırarak, Avrupa kıtasının bir daha savaşlarla yıkılmasına engel olmak amaçlanmıştı. Şimdi yaşadığımız olayları dikkate alarak, ırkçı akımların tehdit ettiği ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir Avrupa kıtasında, ulus-devletlerin tekrardan sınır ve toprak esaslı eğemenlik alanı oluşturma tehlikesini görüyor ve yetkilileri uyarıyorum.
Sonuç olarak demek isterim ki; etnik ve dini aidiyetler üzerinden yürütülen düşmanlık algısıyla sürdürülen bir siyaset anlayışının, Avrupa kıtasından başlayacak bir üçüncü dünya savaşını tetikleyebileceği tehlikesine dikkat çekerek, ırkçı politıkaların ciddiyetle sorgulanmalı diyorum. Bu manada İngilterenin ayrılmasından sonra, kurumsal yapısının değişmek zorunda olan bir AB’nin, yeniden yapılanma sürecinde ırkçı akımların yaptığı som propogandaların tesirinde kalarak; çok yakın bir gelecekte, tekrardan 1930’lu yıllara “Hitler Avrupasına” dönüleceği endişesini taşıdığımı ifede etmek isterim.