Erkekler de evlenmek ister
Sibel Önal’ın “Erkekler neden evlenmek istemiyorlar” başlığıyla yazdığı yazıyı okuyunca, erkeklerin evlenmekten kaçma mazeretlerini sosyal ve ekonomik boyutuyla sorgulamaya çalıştım. Hepimiz, ailenin toplumun en küçük sosyal birimi ve üremeyi sağlayan ana müessesesi olduğunu bilir ve kabul ederiz. Erkek ve kadın her insan, tolumun bir üyesi olmanın yüklediği sorumlulukla evlenip çocuk sahibi olarak neslinin devamından yanadır.
S.Önal’ın tesbitlerinin haklı, haksız, doğru ya da yanlışını tartışmak gibi bir niyetim söz konusu değil. Önal kendisine yöneltilen soru ve yorumlarda, metropollerde yaşayan erkeklerin evlilikten yana olmadıklarını savunuyor ve tecrübelerimle sabit diyor, inanırım. Yinede bana göre kesin hükme varmadan önce Türkler’de aile yapısını incelemeliydi.
Türklerde geleneksel aile yapısının ata-erkil olduğunu hepimiz kabul ederiz. Bu gelenek kırsal kesimde kısıtlı da olsa sürdürülmeye çalışılıyor. Kentlerde ise ata-erkil aile yapısından, yuva-erkil, yada mantık evliliği denen yapılanmaya geçiş sürecinin acemiliği yaşanmakta bence. Kırsal kesimler de kabul gören geleneklere göre ana, baba ve velilerin karar verdiği evliklik şekli, kent yaşamında kabul görmez. Çünki kent yaşamı evliliği sosyal ve ekonomik boyutuyla değerlendirme zorunluluğu getiriyor.
Cinsellik kadın ve erkek ilişkisinin tarifine gelince, bugüne kadar her iki tarafı da tatmin edecek tarif yapılamamıştır. Konuya erkek ve dişinin yaratılış gayesine uygun düşen anlayışla yaklaşılmadığı için, çatışma kültürü yansımış kadın erkek ilişkilerine. Diğer canlıların, örnek hayvanların erkek, dişi ilişkilerinde çatıştığını söyleyebilir miyiz? Tabii ki hayır.
Çünkü hayvanlar, insanlar gibi özgür bırakılmamış fıtratlarına ve yaradılış gayelerine uygun hareket etmek zorundadırlar. Hal böyle iken, özgür bırakılan insan, insani ilişkilerinde sürekli hakimiyet kurma eğilimi taşımıştır. İnsanların egoizminden kaynaklanan bu tutku hiç bir şekilde tatmin edilememiştir.
Kadınlar, sürekli erkelerin egemen olduğu bir dünya tarif ederken, erkek tarafı öyle olmadığını kanıtlamak için, Tanrı olduğunu iddia eden Firavunu parmağında oynatan Ramsesi, Yunan sitelerinin güzellik ve aşk Tanrıçası Afroditi, Kırım topraklarını Katerina’ya hediye eden Baltacıyı örnek verecektir.
Kadınlarsa cahiliye devrinde arapların kız çocuklarından utandıkları için diri, diri toprağa gömdüklerini, çok eşliliği, cariyelik sistemi ve ailede erkek çocuk sahibi olma arzusu gibi örnekler vererek, tarihten günümüze miras kalan tartışmada mutabakat sağlanamayacaktır. Neden’se bir çok konuda kendine göre çözüm üreten ilkel atalarımız, bu en cetrefilli konuyu çözemeden bize miras bırakmışlar.
Günümüz kadının dünyasına dönecek olursak, medeni olduğunu idda eden bizlerin, atalarımızdan farklı olarak bir arpa boyu kadar yol katettiğimiz soylenemez. Kadının dişiliğinin pazarlara çıkarıldığı, eğlence ve reklam aracı olarak kullanıldığı, orası, burası bozulacak diye doğurganlığının engellenip kısırlaştırıldığı, cinselliğin alenen sergilendiği, feminizim adına lesbiyenliğin (kadın, kadına sevicilik) teşvik edildiği, kimi erkeklerin homosexuelleştiği ortamda, kadınlar adına sosyal çöküntünün yaşandığı kadın dünyasıyla karşı karşıyalar.
Diğer taraftan aile bütcesine katkı sağlamak amacıyla çalışan ve kendi ayakları üzerinde durma çabası içerisinde olan, başka bir kadın dünyası`da var karşımızda. Tüm bu unsurlar kent yasamının getirdiği, sosyolojik olgu olarak algılanırsa kadının yeri neresidir?… sualiyle karşılaşırız o zaman… Böyle bir soruya verilecek yanıt ise açık ve net olamaz. Çünkü çağımızın şartları kadını ne sosyal hayattan, nede ekonomik hayattan soyutlamak için uygun ve musait görünmüyor.
Aslında kent ortamı bir bakıma otoriter büyük aile tipini parçalayarak, küçük çekirdek aile yapısına uygun düşüyor. Durum öyle ulunca mantık izdivacı sorunu çözer gibi görünsede uygulamada sakatlıklar oluşuyor. Çünkü çıkarların buluştuğu noktada mantık devreye girer ve pozitivizim sözkonusu olur. Gaye ister cinsel beraberlik, ister çocuk edinme, ister korunma amaçlı sığınma, ister sosyal koşulların zorlamsı olsun, sonuçta hem kadın, hem de erkek için çıkarların uyuştuğu ortamı sağlar mantık evliliği. Zaman içerisinde çıkarlar çatışınca filim kopar ve aile parçalanır. Ve böylece mantık izdivacı da mantıksızlaşır.
Buraya kadar aşk ve sevgiden hiç söz etmedik. Sevginin tarifi kişilerin anlayışlarına göre değişir. Karacaoğlan gördüğü tüm güzellikleri sevdiği için, O’na ayran gönüllü derler. Ayranın köpürmüşü makbul olduğu için, O sevgisinde köpürürmüş. Mevlana ve Yunus Tanrı adına sevdikleri için güzellik aramazlardı. Aşık olmaya gelince, aşkın aşırı sevgiden doğduğu kabul edilir. Karacaoğlan hiç bir zaman aşık olmamış, sadece sevmiştir. Yunus ve Mevlanaya gelince onlar Tanrı aşkıyla yanıp kavrulmuşlardır. “Gel Gör Beni Aşk Neyledi” derken Tanrı aşkını ifade etmiştir. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, yada sevgisine şahit olduğumuz anne ve babamızın aşklarına ne denmeli acaba.
Asrımızın medeni insanı, Karacaoğlan gönüllü olduğu için, aşka mesafeli yaklaşarak en azından ana, babamız kadar mutlu sona götürecek evlilikten kaçınmaktadır. Eğer bey bamamız gibi bir koca, sultan anamız gibi bir ev hanımı arayışında olursak, peşin söylemeliyim bulamaz evde kalırız. Üzümü çöpüyle, gülü de dikeniyle birlikte sever, kusur aramaz ve güzellikleri fark edebilirsek, evlilik engel tanımaz.
Evlenme isteğinin azalması yanlız Türk toplumunun değil, medeni dünyanın da çözemediği önemli bir meselesi oldugunu belirtmeliyim, yanlız bize has bir sorun olarak görülmemeli.
Sibel Önal’ın erkekler evlenmekten neden kaçar sorusunun cevabına gelince, bence erkekler bir kadına bağlanmaktan korktukları için değil, diğer, başka kadınları kayıp edeceklerinden korktukları için evlilikten kaçarlar.