Erkler arası ilişkilerde yetki kavgası, anayasal hukuk devletini yaralar.
Bilindiği gibi demokratik rejimlerde egemenlik kayıtsız şartsız millet adına kayıtlı olmakla birlikte, kullanma yetkisi halkın rızasına bağlı olarak siyasi oteriteye aittir.
Son günlerde Türkiye’nin gündeminde, demokrasi kültürüne uygun düşmeyen, siyasi davranışlara sahit olmaktayız. Kimi çevreleri ise, iyi yönetim bahanesiyle demokratik ilke ve değerlerden vazgeçecek kadar otoriterleşme eğilimi içinde görmekteyiz.
Yanlış anlaşılmasın “andımız” denen bir uygulama uğruna kavram kargaşası yaratılarak demokrat-antidemokrat gibi kavramlar yine istismar edilir hale getirildi. Andımızla ilgili tartışmalar, vatandaşların zihninde Türkiyenin geçmişe dönerek, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, yoksulluk ve sefaletle boğuşulacak bir ortama çekileceği korkusunu uyandırdı.
Yine bilindiği gibi, demokratik sistemlerde Montesquieu’nunda açık bir şekilde tarif ettiği, özgürlüklerin korunması ve siyasi otoritenin kontrolü, anayasal düzen içerisinde hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kuvvetler ayrılığı prensibiyle mümkün olur. Sosyal düzen ve sosyal adalet, anayasal düzen içerisinde devlet ve toplum arasında hukuka dayalı ilişkiler sayesinde sağlanır. Devlet; toplum ve toplumlar arası ilişkileri düzenleyen, iç ve dış tehlikelere karşı güç ve iradeyle donatılmış bir yapıya sahip, toplumun malı olan bir kurum olarak kabul edilir. Devlet ve siyasi otoritenin sorumluluk alanları içinde demokrasi ve hukuk düzenine sahip çıkma zorunluluğu da vardır. Devlet anayasal hukuk devleti düzeniyle klasik hak ve hürriyetlerin korunmasını güvenceye alarak sosyal hukuk devleti olma kimliğini kazanır. Devlet fertlerin vazgeçilmez ve başkasına devredilmez hak ve hürriyetlerini teminat altına almakla egemendir, fakat J.Locke’nin tarif ettiği gibi “siyasi iktidarın kaynağı olan egemenlik halka aittir”.
Bugün Türkiye de anayasal hukuk devleti olma anlamında, erkler arası ilişkilerde yaşadığımız sıkıntılar, iktidarın sosyal, kültürel, ekonomik hak ve hürriyetleri vatandaşlık hakkı olarak değil de, devletin tebasına bir lutfu olarak gören kollektivist yaklaşımından kaynaklanmaktadır. İktidar çevrelerinin iyi yönetim adına, aşırı devletçilik zihniyetiyle sosyal hakları bir hak olmaktan ziyade, devlet tarafından düzenlenmiş bir edim ve hizmet olarak görmesinden kaynaklanan sorunlar yaşamaktayız. Devleti insan ve toplumun üstünde bir varlık olarak gören ve insanlar ancak devlet için vardır anlayışının yarattığı sorunlarla karşı karşıyayız. Bu bakımdan, aşırı devletçilik zihniyetinin öngördüğü insan hakları anlayışını, demokratik anlamda insan hakları olarak nitelendirmeyi yanlış ve hatalı bulurum. Devleti sosyal düzen, sosyal adalet, sosyal refah, fırsat eşitliği, vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü vs, hakları geliştiren bir kurum olarak tarif ederim.
Türkiyede aşırı devletçi çevreler, insan hak ve hürriyetlerini sınırlandırarak devletin güçleneceği saplantısıyla hareket ettikleri için, demokratik rejimin totaliter diktatörlüğe evrilmesi tehlikesinin farkında olamazlar. Siyasi istikrar ve iyi yönetim bahanesiyle, erkler arası ilişkilerde, siyasi otoritenin kontrolüne rıza göstermedikleri gibi, siyasi otoritenin kuvvetler ayrılığı prensibini ihlal ederek, yargıya kafa tutmasını alkışlarlar. Demokratik hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasıyla toplumsal dinamizmin yok olup, refah seviyesinin düşeceğini hesap edemez, devlet otoritesinin tesis edilmesi adına demokrasiyi feda etmekten çekinmezler. Sonuç olarak demek isterim ki, erkler arasında yürütülen yetki kavgası, anayasal hukuk devletini yaralar ve totaliter diktatörlüğe yol açar.
Ekim 2018
ENPOLİTİK