İnsani değerler ve kişi hakları (1)
İnsanlar doğuştan bazı hak ve hürriyetlere sahip olarak doğarlar. İnsanın doğuştan elde ettiğ bu haklar, hiç bir güç ve kuvvet tarafından müdahale edilemeyeceği günümüze kadar savunula gelmiştir. İnsanların toplum hayatına geçmeden önce, tam ve mutlak bir hürriyete sahip oarak yaşadıkları kabul edildiği için bu tez kuvvetle savunulmuştur.
İnsanlık önceleri tabiat halinde yaşarken, daha sonraları toplu yaşama zaruriyeti duyarak, aralarında bir sözleşmeyle, toplum hayatına geçiş sürecinde siyasi yapıyı, “devleti” meydana getirmişlerdir. Devleti meydana getirirken doğuştan kazandıkları bazı haklardan toplum adına feragat ederek, devlete fonksiyonel bir yapı kazandırıp, ona çeşitli görev ve sorumluluklar yüklemişlerdir. Böylece devlet sorumluluğu ve selahiyetitleri olan bir kurum ve teşkilat olarak toplumun hayatına girmiştir. Devlet, toplum ve toplumlar arası ilişkileri düzenleyen, iç ve dış tehlikelere karşı güç ve iradeyle donatılmış bir yapıya sahip olarak, toplumun malı olan bir kurum olarak kabul edilmiştir. Toplum düzenini sağlamak için devlet ve toplum arasında hukuka dayalı ilişkiler geliştirilmiştir.
Toplumcu görüşe göre, devletin fonksiyonlarına daha çok işlerlik kazandırmak için, yakın tarihte 17. ve 18. yüzyıllarda başta ünlü İngiliz filozfu Jhon Locke ve J.J. Rousseau olmak üzere, Pufferdof, Wolf, Blckstone, Burlamqui ve Vattel gibi alimler devletle toplum arasında olan temel münasebetler ve kuralları genişletmeye çalışmışlar. J.Locke göre insanın doğuştan elde ettiği hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi hakları temel haklar olarak kabul görüp, bu hakların korunup geliştirilmesi devletin asli ve en öncelikli görevi olamlıdır. İnsanlar arası ilişkileri düzenleyip, kanunlar koyarak temel hak ve hürriyetleri güvenceye almak devletin başlıca gürevi ve sorumluluğudur. Fertlerin vazgeçilmez ve başkasına devredilmez hak ve hürriyrtlerini teminat altına almakla devlet egemendir. Yine J.Locke göre, “siyasi iktidarın kaynağı olan egemenlik fertlerin rızalarına göre halka ayıttır”.
Buraya kadar Locke”ın öncülüğünü yaptığı toplumcu görüşün fikirlerini izah etmeye çalıştım. Zamanla uygulamadan doğan eksiklerin giderilememesiyle, ferdiyetçiliğin de öne çıktığına tarih şahit olmuştur. Toplumcu görüşün akla ve rasyonel düşünceye uygunluğu tartışılarak, sosyal ilişkilerden kaynaklanan ferdiyetçiliğin geliştirilmesi yönünde çalışmalarda yapılmıştır. Doğrudan insanı ve insan cevherini esas alan ferdiyetçi doktorin, her hak ve her türlü hukukun kaynağının insan olduğunu kabul etmiştir. Çünkü sosyal hayatta hür irade ve sorumluluk insana ayit oldugundan, insanların oluşturduğu kurumların ( devlet vb) kendilerine ayit varlık ve hakları olamayacağını savunmuşlardır. Devletin görevleri insanlar arasında ki ortak çıkarları korumak ve geliştirmekle sınırlı oldugunu kabul etmişlerdir.
Her iki görüşün fikirlerini ana hatlarıyla izah ettikten sonra, bana göre çağımızda toplum çıkarlarının, ferdi menfaatlerden üstün tutulduğu görüntüsü ferdiyetçiliğin savunulmadığı anlamına gelmez. Burada mevzu olan ferdiyetçiliğin iyice ön plana çıkarılarak, doğması muhtemel bazı sakıncaların oluşumunu engellemektir. Bu bakımdan ferdiyetçi doktorinin, insan haklarının gelişmesine yaptığı katkılar hiç bir zaman inkar edilmemelidir. Esasen öcelikle insan haklarının sosyal yönde gelişmesine tesir eden Liberalizmin sebep olabileceği sakıncalar giderilmelidir. Burada devletin ve egemenlik hakkını elinde bulunduran siyasi otoritenin temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında gösterecekleri samimiyet çok önemlidir. Tabi haklar hiç bir zaman siyasi çıkar malzemesi yapılmamalıdır. Egemenliğin gerçek sahibi olan halkı korumak için, devletlerin anayasasında tarif edilen ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kuvvetler ayrılığı prensibiyle, siyasi otoritenin kontrolü zaten mümkündür. Bu konuda Montesquieu nun ozgürlüklerin korunması için, anayasal düzen içinde kuvvetler ayrılığı tezi, devletle kişi arasında ki ilişkilerin uyumu ve devamlılığı açısından çok önemli katkılar sağlamıştır.
Antik çağdan, günümüze kadar beşeri olan kanun ve kuralların dışında, din olgusu da insan hak ve hürriyetlerine farklı bakış açısı getirmiştir. Bu konuda ilahi kaynaklı dinlerin, ferdi haklar alanında getirmiş oldukları, insani değerleri incelemeyi daha ugun buluyorum. Genel olarak orta çağa bakıldığında Yahudi Museviliği, Hıristiyanlık ve İslamın getirdiği inasni değerler, eski çağlara nazaran çok önemli gelişmeler sağlamıştır.
Teknik ve uygarlıgın alabildiğine geliştiği bu devirde, dünyanın bazı bölgelerinde, temel hak ve özgürlüklerin sorumsuzca ihmal ediliyor olmasına rağmen, insanlığın duyarsız ve tepkisiz kalmasına şahit olmaktayız. BM teşkilatı ve UNESCO tarfından insan hakları ihlallerini araştıran komisyonun yetkileri her yıl uzatılıyordu. Bu sene sözkonusu komisyona daimilik sıfatı verilmesini çok önemli bir gelişme olarak kabul ediyorum. Fakat, yine de fertlerin bireysel katkılarını daha çok önemli bulmaktayım. Bu amacla devam edecek olan İnsani Değerler ve Kişi Hakları (2) yazı dizimde, bir sonrakı alt başlık Yahudiligin getirdigi insani değerler olacaktır.