İnsani Değerler ve Kişi Hakları
İnsanlar doğuştan bazı hak ve hürriyetlere sahip olarak doğarlar. Jhon Locke insanın doğuştan elde ettiği hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi hakları temel haklar olarak tabir eder. Bu temel hak ve hürriyetlerin korunup geliştirilmesini devletin asli ve en öncelikli görevi olarak tarif eder. Fertlerin vazgeçilmez ve başkasına devredilmez hak ve hürriyetlerini teminat altına almakla devlet egemendir. Yine Jhon Locke göre,”siyasi iktidarın kaynağı olan egemenlik fertlerin rızalarına göre halka ayittır”
Burada devletin ve egemenlik hakkını elinde bulunduran siyasi otoritenin temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında gösterecekleri samimiyet çok önemlidir. Tabi haklar hiç bir zaman siyasi çıkar malzemesi yapılmamalıdır. Egemenliğin gerçek sahibi olan halkın güvencesi hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kuvvetler ayrılığı prensibiyle sağlanmalı ve siyasi otoritenin kontrolüne imkan tanınmalıdır. Bu konuda Montesquieu’nun ozgürlüklerin korunması için, anayasal düzen içinde kuvvetler ayrılığı tezi, devletle kişi arasında ki ilişkilerin uyumu ve devamlılığı açısından çok önemlidir.
İnsan hak ve hürriyetlerinin gelişmesi gerek dini, gerek milli ve gerekse milletler arası hukuka tabi olarak incelendiğinde, insanın kendi iradesiyle icaat ettiği devletin yüklendiği sorumluluk alanı çok önemlidir. Bu manada Birinci Dünya savaşının sonlarından itibaren, devletlerin anayasalarında klasik hürriyetlerle birlikte aile ve çocuğun korunması, saglık hakkı, öğrenim hakkı, çalışma ve sosyal güvenlik hakkı, sendikal hakklar, grev ve toplu sözleşme hakları gibi, sosyal hakların korunmasına yönelik çalışmalara ağırlık verildiğini görmekteyiz. Sosyal hakların anayasal metinlerde yeralması, yeni bir devlet düzeni anlayışını da beraberinde getirmiştir.
Her ne kadar ikinci dünya savaşına kadar olan süreçte klasik hak ve hürriyetleri tanımayan, totaliter rejimler, Almaya, İtalya, Sovyetler Birliği gibi ülkelerde milli düzeyde insan haklarını rejim adına tanımazken, ikinci dünya savaşı sonrasında batı anayasalarında sosyal haklara daha geniş yer verilmiştir. Bu konuda devlete daha çok ödevler yüklendiğini görmekteyiz. İstikrarlı demokrasiler diye adlandırılan Batı Avrupa ve Amerika kıtası ülkeleri yanında, gelişmekte olan ve üçüncü dünya ülkeleri de anayasalarında kendi anlayış ve yorumlarına göre insan hakları konusunda kanunlar yapmışlardır.
1945 de Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasıyla, milletler arası adalet divanı statüsü kabul edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde ise, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ekonomik, sosyal ve kültürel haklar sözleşmesi, kişisel ve siyasi haklara ilişkin sözleşme, ırk ayrımcılığı ve işkenceye karşı olmak gibi, bir çok sözleşme Birleşmiş Milletelere üye ülkelerce imzalanmıştır. İnsan hakları konusunun milli yasalardan taşarak, milletler arası alanda evrensel bir kimlik kazandıgına da şahit olmaktayız. Ancak, son zamanlarda uygulamada bazı sıkıntılar yaşanmaktadır. Değişen dünya dengeleri nedeniyle, dünyanın tek merkezden, Amerikadan yönetilmesi ve Birleşmiş Milletlerin ciddi manada yaptırım gücü olmaması nedeniyle, insan hakları alanında uygulamalar Amerikanın yorumu ve insafına bırakılmış olması sakıncalar içermektedir.
M.Yazarel