T.C. KURAN DEĞERLER.
Fransiz devriminden sonra batının emperyalist ve savaşcı ihtiraslarını sürekli canlı tutmasıyla birlikte bu olumsuz şartlardan direkt etkilenen Türkler hiç vakit kaybetmeden direnişçi guruplar oluşturdular. Henüz Mustafa Kemal ortaya çıkmazdan önce istihlas-ı vatan ve redd-i ilhak gibi örgütler kurdular. Kurulan bu örgütler irade-i milli kavramıyla kendi kaderini kendilerinin belirlemesi, yani “self-determinasyon“ konusunda ısrarlı tutumlarıyla, Türklerin bu konuda ki kararlılığını göstermesi bakımından önemli oluşumlardır. Mustafa Kemal Paşa var olan bu kararlılığı milli eğemenlik doktorinine dönüştürerek, direnişin zeminini oluşturan mudafa-i hukuk ve kuvvay-ı milliye ruhuyla kurtuluş savaşının hedef ve ideolojisini tayin etmiştir. Mustafa Kemali`in var olan bu gücü aksiyona çevirme iradesi ve calışma azminin her türlü taktirin üstünde değerlendirilmesi vicdani bir gerekliliktir
Milli kurtuluş hareketinin politik ideolojisi, insan onuruna saygı ile, hürriyetlerin korunup geleceğin güvenceye alınmasıdır. Böylece toprak bütünlüğünü koruma anlamında da vatanın hiç bir parçasından vazgeçme gibi bir eğilim sözkonusu olmamıştır. Tüm halk ve azınlıklara eşit haklar tanınırken, siyasi eğemenlik ve sosyal dengeyi sağlayacak olan, demokratik rejimi milli eğemenlik kavramına bağlayarak, Akd-i Milli diye bilinen Misak-i Milli sınırları da çizilmiştir. Ve devletin felsefesi milli egemenlik ve milliyetçilik olarak belirlenmiştir. Bu milliyetçilik anlayışı Pan-Türkizm veya Pan-Turanizm gibi irredenist ( ilhakçı ) bir anlayışla değil, Türklerin insan onuruna verdikleri değer ve saygıdan kaynağını alan bir milliyetçilik anlayışıdır. Azınlıklara tanınan eşit hakların o günün şartlarında Mudafa- i hukuk kavramıyla, bu günkü manada hukukun üstünlüğü ilkesi olarak değerlendirdiğimiz ilkelerdir. Osmanlı İmparatorluğunun başını ağrıtan ve iç işlerine müdahele etmeye kadar vardırılan, yanlızca Hıristiyan azınlık haklarını güvenceye almak adına, sömürücü batıya fırsat verecek sebepleri ortadan kaldırmıştır. Yeni düzende bütün azınlıklar “eşitlik ilkesiyle “ güvenceye alınarak, batıya fırsat tanıyacak sebepler giderilmiştir.
Temelde Türk İslam karekteri taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, millet kavramıyla azınlıklara eşine rastlanmamış bir hürriyet, eşitlik ve hoşgörü sağlamıştır. Osmanlı millet kavramını hiç bir zaman şovenist bir anlayışla tarif etmemiştir. Çağdaşlerının aynı dinden ve fakat başka mezhep mensuplarına yaşam hakkı tanımazken, Osmanlı farklı din ve mezhepten tebaasını Osmanlılık şemsiyesi altında tutabilmiştir. Osmanlının millet anlayışı tarihte ilk olarak değişik kültür ve inançtan insanların birlikte yaşabileceklerinin kanıtıdır.
Cumhuriyetçi aydınlar, Osmanlı anlayışında ki millet kavramından Türk kimliğini telaffuz ederek, geçmişte var olan kimliğe şahsiyet kazandırıp, Türk Milleti ve millet olma vasfını tarif etmişlerdir. Yani yeni bir millet icaad edip, yeni bir milllet meydana getirmemişlerdir. Zengin bir kültür mirasina sahip olan, Türk Milletinin varlığını sürdürmesi ve geleceği için milli eğemenlik prensibiyle diğer dünya milletleri ailesinde yerini almasını sağlamışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti geçmişin değer ve temelleri üzerinde yükselen yeni bir yapı, yeni bir sistem olarak doğmuştur. Yerli ve milli kültür anlayışıyla izahını bulan milliyetçilik ve laiklik Cumhuriyetin siyasi, kültürel ve ideolojik temellerini oluşturmuştur. Yeni devletin siyasi alt yapısı halkçılık, devrimcilik ve devletçilik gibi ilkelerle belirlenerek, hem milli egemenlik, hemde devletin görev ve sorumlulukları tayin edilmiştir. Teskilat-ı esasiye kanunu bugünkü deyimle “Anayasa 1924 “ 1. maddesi devletin şekli, 2. mad görev ve işlevlerini, 3. mad egemenlik hakları vb kişi hak ve hürriyetleri anayasal güvence altına alınmıştır. Aslına bakılırsa anayasa geleneği 1924 ten gerilere gider. 2. Mahmud döneminde 1808 de imzalanan “sened-i ittifak,“ Sultan Abdulhamidin 1839 da “Gülhane Hattı Hümayunu,“ 1856 da “Islahat Fermanı,“ 1877 de 93 Kanun-i Esasiye,“ 1908 de ilan edilen ikinci mesrutiyet geleneksel anayasalarımız olarak kabul edilir. Bu yasaların ilanı, ülkemizde hukuk devleti sisteminin yerleşmesine önemli katkılar sağlamıştır. Hükümdar ve devlet ricali hatta halk yeni düzene kademe, kademe ısınarak altyapı oluşturulup, gelenekçi ve muafazakar tutum sergileyenlerin tepkileri tecrübe edilmiştir. 1924 Anayasası da diğerleri gibi bir takım iç ve dış şartların zorlamsıyla ilan edilmiş olsada, 1924 anayasasını diğerlerinden ayıran en önemli özellik, yasanın 1-2-3. maddelerinde meydana gelen, devletin yapısal ve kurumsal değişiklikleridir. Bu anlamda Atatürkün önündeki en büyük engel, yeni anlayışın devletin bütün kademelerine hakim olacak inkılapların hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesidir. Cumhuriyetin ilanını gerektiren sebepler halkın ve aydın kesimin takınacağı tutum ve tavır dikate alınırsa zorluklar daha iyi anlaşılacaktır.
Dönemin kültür anlayışı, Osmanlının eskimiş görünen kültür anlayışından tamamen kurtulacak biçimde, milli fakat özde evrensel bir kültür anlayışı içermektedir. Cumhuriyetçi elit zümreler arasında kültür ile uygarlık ve medeniyet arasında ki ayrımı yapamama yanlışlığına saplananlar çoğunlukta olmuştur. Onlara göre eski ne varsa atılmalı, uygarlık adına dışarıda ne varsa alınmalıdır. Yenilik adına bu görüşü savunan aydınların karşısında, gelenekçi ve muafazakar aydınlar ise, tarihi ve kültürel mirasımıza sahip çıkılması konusunda ısrar etmişlerdir. Şair Muhammed İkbalin kültür için söylediği, “İnsanın yeri semalardan da yücedir, kültürün özü ise insana saygıdır“ veciz sözünde ifadesini bulan anlayışla kültürümüze sahip çıkılmasında israr etmişlerdir. Bu tartışmalı ortamda Atatürk ise, farklı bir anlayış sergileyerek şöyle diyordu,…“bence medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve luzumsuzdur,… yüksek bir hars onun sahibi olan millete kalmaz diğer milletlerede tesir eder, medeniyet harstan başka bir şey değildir.“ Böylelikle Atatürk uygarlığın bir yaşam biçimi olduğuna işaret etmek istemiştir. Fakat sonradan iş Türk-İslam kültür ve medeniyetinden İslam mevhumunu çıkarmaya gelince olayın seyri başka alanlara çekilmiştir. Cumhuriyet aydınlarının bir çokları selefleri jön Türkler gibi, her şeyi, her hareketi Türk kelimesine mal etmekle batının medeniyetini daha kolay iktibas edeceklerini sanmışlardır. Kendilerine göre gelişmenin önünde engel olarak gürdükleri İslamın tutuculuğunu kırarak, tamamen Türk`e has yeni bir medeniyet kuracaklarını zannetmişlerdir. Yine o dönem aydınlarının uzak geçmişi arama çabaları bu anlamdadır. İslamdan önceki Türk medeniyetinin kaynaklarına gidilerek, Yeni Türkiye Cumhuriyetinin cevherini oluşturmak için araştırmalar yapılmıştır. Dil devrimiyle, İslamla olan bağların kopması, Arap harfleri yerine, latin alfabesinin tercih edilmesi, İsviçre medeni kanunu ile Fransız ve İtalyan hukuk sisteminden iktibaslarla, yenileşmenin gayesi olan batı ile bütünleşmenin kolay olacağı sanılmıştır. Günümüzde batı ile olan ilişkilerimizi değerlendirecek olursak, batı karşısında gereksiz bir aşağılık kompleksine kapılmamın ve onların değerlerini her türlü değerlerin üstünde görmenin, ülkemize sağlayacağı hiç bir yararı olmadığı anlaşılacaktır. Taklitçilikle gelinecek noktada alınması gereken çok ders olmalıdır.
Diğer taraftan, Cumhuriyet döneminin tarihe bakış açısı olarak, geçmişi hayallerin kozasından soyarak, gerçekçi bir yaklaşımla, ilmi ve ciddi prensiplerle, tarafsız tarih olgusunu sorgulayan dönem olarak’ta görülmelidir. Bu dönem kültürde değişimi evrim yoluyla değil’de, devrim yoluluyla gerçekleştirmiştir. Elit tabakayla aydın-aydınla halk arasında yazı ve dil birliği sağlayarak eğitim ve öğretim yoluyla halka inilmiştir.
Devrimler hiç bir zaman tam anlamıyla serbestlik yanlısı olamazlar. Devrimlerin yapısında hoşgörüsüzlük ve sertlik öğesine anlayışla bakılmalıdır. Türk devrimlerinde de bu karekterin izlerini bulmak mümküdür. Devrimler kendi hareket tarzı içerisinde yenilikleri halka daha ziyade seçeneksiz sunarlar. Halkın başka bir seçeneği olmadığı için, zorlada olsa kabul etmek mecburiyeti vardır.
Cumhuriyet devrimlerinin üzerinde en çok tartışılan konusu lakilik olmuştur. Yunanca kökenli “laic“ kelimesi Türkçenin kuralına göre türetilerek, “sekülar“ laiklik şeklini almıştır. Sekülarizmin karşılığı olarak kabul ettirilen laiklik, dini inkar eden bir kavram değildir aslında. Sonuçta laiklik Cumhuriyet döneminde gerçekleşen din ve dünya işlerini birbirinden ayıran, bugün dahi bir çok süpekülasyonlara neden olan kavram olarak, canlılığını sürdüren bir devrim olmuştur. Laikleşme süreci, dinin antitezi olarak gözüktüğü için, İslamiyete karşı olan bir akım olarak yorumlanmıştır. Türkiyede laikliğin, İslamiyetin temellerini yıkmaya çalıştığı yolunda izlenim ve bu izlenimi vermeye çalışan ideolejik maksatlı propoğandalar, laikliği yeni bir din gibi taktim etmeye gayret etmişlerdir. Diğer taraftan, laikliğin sathi görüntüsüyle saldırganlaşıp, İslami değerleri küçümseyen bir tavır sergilenmesi laisizme tepkilerin çoğalmasına neden olmuştur. Aslında laikliğin asıl görevi din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak olmalıdır. Cumhuriyetçilerin dine bakış açıları Tanrıyla insan arasında bir bağ olduğu ve her insanın dini ibadetini dilediği gibi yapması gerektiğine inanmaktı. Bu yaklaşımın özünde vicdan hürriyeti ve sezginin gücüne inanç vardı. Kollektif olmaktan çok, kişisel inanç biçimi olan bu yorum, İslamiyetin bireyi değilde, daha çok toplumu ön plana çıkaran geleneksel tutumuyla tam bir tezat oluşturmaktaydı. Bu nedenledir ki, laiklik konusu hala tartışılıyorsa sebebi bu tezatın olmasında aramak lazımdır.
Cumhuriyet rejminin devamı için hayatın her alanında söz sahibi olmak kaçınılmaz bir gerçekti. Bu anlamda özgürlük ikinci planda kalmış oluyordu. Geleneksel olarak bireylerin özgürlüğünden çok, toplum menfaatını savunmaya kendini adamış bir toplumda, devletin yetkileriyle bireysel özgürlükler arasında pek çelişki görülemezdi. Milletin simgesi olan devlet, her zaman bireyin üstünde kabul edildi ve devlet baba olarak görüldü. Bu Tarihi anlayışla Cumhuriyetin ideolojik perspektifi içinde bireyin tekbaşına bir önemi yoktur görüşüyle hareket edilsede temel hak ve özgürlükler anayasal güvence altına alındı. Bireye toplumun bir üyesi olmasından dolayı önem veriliyordu. Cumhuriyetten günümüze ulaşan özgürlük bu anlayışın mirasıdır.
Cumhuriyetçiler ekenomik alanda da devletciliği hakim kıldılar. Bugünkü manada Liberalizim olmamakla birlikte, özel girişimi devlet denetimi altında desteklediler. Özel teşebbüse kontrollü alanlar açarak yeteneğini kanıtlaması için, müdahaleci ölçüler içerisinde Liberalizmin gelişmesini sağlayacak ekonomik bir kimlik kazandırdılar. Ancak tek parti iktidarı döneminde müsadeli oluşturulan serbest fırka, Türk siyasetine ve ekonomisine belirli bir dinamizim kazandırabildi. Ferdi ve siyasi özgürlüklerin nasıl olması gerektiği yine kendi koyduğu ölçüler içerisinde kitlelere verilen haklar olarak görüldü.
Bugün siyasi pluralizim alnında yaşanan deneyin, Cumhuriyet yönetimini bir yandan halkın sağduyusuna güvenmeyi, diğer yandan ise kendi düşünce ve davranışında önemli bir değişimi kabullenmeye götürdü. Bir süre için, devrimlerin temellerini sorgulayan duygusal tepkilere bile aldırmaz göründü. Fakat varlığını korumak için, özgürlüklere getirilecek sınırlamaların her zaman farkında ve bilincinde oldu. Alışkanlık haline getirdiğimiz muhtura ve ihtilallerin altında yatan sebep bu olsa gerektir. Cumhuriyet rejimi çok partili siyasi hayatla, çok sesliliğe müsade ediyor, fakat kendi değerlerinden fedakarlık etmeden, kendi varlığının sebeplerine sımsıkı sarılarak kurum ve kurallarına sahip çıkarak hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor.
Zaman, zaman laikliği korumak adına demokrasiden vazgeçme eğilimlerine şahit oluyorsak laiklik anlayışımızın yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Laisizmi gerçek anlamda liberalleştiremediğimiz içindir ki, laiklik sürekli istismar edilen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Laisizmi istismar edilen bir unsur olmaktan çıkartıp, demokrasiye olan bağlılık ve güven sağlanmadığı müddetçe irtica ve rejimin tehlikede olduğu oyunlarıyla daha çok oynarız gibi geliyor bana. Devrimlerin sadece laiklik ilkesini sahiplenip demokratik haklardan kolayca taviz verilebilir anlayışına bir anlam vermekte zorlanıyorum. Devrim ve ilkelerin hepsi aynı değerde görülüp hiç bir maddesinden taviz verilmemelidir.
Devlet; toplum ve toplumlar arası ilişkileri düzenleyen, iç ve dış tehlikelere karşı güç ve iradeyle donatılmış bir yapıya sahip olarak, toplumun malı olan bir kurum olarak kabul edilmelidir. Toplum düzenini sağlamak için devlet ve toplum arasında hukuka dayalı ilişkilere bağlı kalınmalıdır. Devlet sorumluluğu ve selahiyetitleri olan bir kurum ve teşkilat olarak toplumun hayatını iç ve dış tehlikelere karşı korumakla yükümlüğünü yerine getirirken siyasi rejimine de sahip cıkacaktır.
Rotterdam: 23-Nisan-2006
T.C. nin Kuruluşu Anısına