Yerel Yönetimler ve Merkezileşen Devlet Oteritesi.
Yerel seçim sürecinin işlemesiyle birlikte ve bir çok kimsenin Türkiye deki siyasi gelişmelere odaklandığı bir ortamın aksine, Hollandanın siyasi gündemine giren semt belediyelerinin demokratik olmayan bir temaülle yetki ve görev alanlarının daraltılmasını irdelemek istiyorum.
İnsanoğlu toplumsal hayata geçiş sürecinde oluşturduğu siyasi yapıya “devlet” adını vermiş. Yani devleti toplum ve toplumlararsı işikileri düzenleyen bir kurum ve teşkilat olarak tarif etmiş.
Günümüze baktığımızda modern devlette siyasi katılım ve hizmet dağılımı, yerelden başlayarak genele, oradan da merkeze doğru teşkilatlanmış hiyararşik bir yapılanmayla sağlanıyor. Böylece devlet sorumluluğu ve selahiyetleri olan bir kurum olarak kendi oteritesini tesis etmiş oluyor.
Devlet otoritesini kullanma yetkisine sahip olan siyasi iktidarların kendi ellerini güçlendirmek adına, yerel yönetimlerin yetkilerini kısıtlama girişimlerini antidemokratik bulur, merkezi diktatörya olarak değerlendiririm. Yerel yönetimlerin selahiyetlerinin bay-pas edilmesi bana göre diktatöryal bir yapılanmanın oluşmasına vesile olur. Yani yukarıdan merkezden verilen talimatlarla yönetme ve yönlendirmenin içeriğinde ve verilen talimatlarda diktatöryal bir baskının olduğu kanısındayım. Bu münasebetle siyasi katılım ve hizmet dağılımının eşit ve adil olmayacağını düşünürüm.
Demokratik hak ve özgürlükler konusunda bakın Maurice Duverger neler söylüyor. Duverger diyor ki: “Otoritenin Merkezileşmesi yerel siyasetleri proğramsız ve kişiliksiz yapar. Yani ‘Teknokratik hükümet’ gibi bir yapı oluşur; renksiz, duyarsız, duygusuz! Yerel yöneticiler seçilmiş olsalar dahi atanmış bürokratların, insafına terk edilecektir diyor. Teknokratlar siyasi risk almazlar ama, demokratik hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasıyla toplumsal dinamizmin yok olup, refah seviyesinin düşeceği endişesine rağmen, devlet oteritesi adına demokrasiyi feda etmekten çekinmezler” demek istiyor.
Ben Duverger’i haklı bulanlardanım, çünki merkezi otoritenin siyasi partilerin ideolojik yapısını bozduğuna ve duygudaşlık alanlarını daraltığına inanırım. Yoksa seçimlerde partilerin siyasi proğramlarına göre değil de, popülist olma durumlarına göre oy almalarını başka türlü nasıl izah edebilirdik. O sebepten olacaktır ki yerel yöneticiler her nekadar seçimle gelmiş olsalar dahi, seçilmişler olarak değil, partilerin atadığı seçkinler olarak değerlendiririm. Bu düşüncemin isbatı olarak ta aday- adayı tesbitinde oy kullanan ekseri çoğunluğun müdahil olma hakının olmadığını delil olarak gösteririm. Bizler ancak sandıkta siyasi partilerin listelerine aldıkları adaylara oy kullanarak demokratik haklarımızı kullanmış sayılırız.
Hollanda siyaset arenasında merkez çevre ilişkileri üzerine kurgulanan bu antidemokratik yapılanmada, ‘mahalli seçimlere ne gerek var?’ diye düşünenler olursa onları da haklı bulmam. Burada esas olan sembolik te olsa verilmiş olan demokratik hakları gereği gibi kullanmak ve siyasi katılımı sağlamkatır.
Sonuç olarak demek isterim ki; partilerin siyaseten merkeze yönelme arzusu beraberinde devlet otoritesinin de merkeze kaymasına vesile olmuştur. Bu durumda Hıristiyan birlik ve Sosyal demokrat partiler merkeze yönelerek oy kaybına ugrayacaklarının farkına varamamış olmakla birlikte, kaybedilen oyların marjinal diye nitelenen aşrı sağ ve aşırı sola kayacağını hesap edememiş, popülizme pirim verilmiştir.